Merkezleşemeyen Milliyetçilik - Milliyetçileşemeyen Merkez

Merkezleşemeyen Milliyetçilik

Milliyetçileşemeyen Merkez

Türk siyasetinde tartışılması gerektiğini uzun süredir düşündüğüm bir yazı kaleme almayı karar verdim. Başlıktan da anlaşılacağı üzere zor bir konu olduğunun farkındayım. Bu yazının bütün sorunlara çare olacağına yönelik bir iddia içerisinde değilim. Akademik bir çalışmadan ziyade soruna genç bir Türk milliyetçisinin gözünden bakmayı ve tartışmanın da büyümesini istiyorum.

‘Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temel fikri Türk Milliyetçiliğidir.’ değerlendirilmesi sanırım yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Uzun yıllar Osmanlı topraklarının neredeyse tamamında süren savaşlar Anadolu ve Balkan coğrafyasında yaşayan insanları derinden etkilemiştir. Fransız Devrimi sonrasında geç bir dönemde ortaya çıkan Türk milliyetçiliği fikri; yıllardır hüküm sürülen Balkanlar’da dahi etkisini gösterememiş, Balkanlar’da yaşayan Türk halkı büyük bir yıkım içerisinde Anadolu’ya dönmek zorunda kalmıştır.

Osmanlı’nın uzun yıllardır sürdürdüğü politika yerle bir olmuş, asli unsur olan Türk halkı yıllardır görmezden gelinmiştir. Anadolu insanı büyük bir yokluk içerinde yaşamlarını sürdürürken gayrimüslimler gerek ekonomik gerek eğitim gerekse devlet bürokrasisinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Son dönem Osmanlı, Batılı tarzda açılan okullar ve verilen eğitim sonrası -ki bunların en önemlileri askeriye ve tıbbiye olmak üzere- Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunu sağlayan bireyler yetiştirmiştir. Vatanın kurtuluşunun askeriye ve tıbbiye de eğitim gören kişiler ile Anadolu’da yaşayan Türk milletince sağladığını kanaatindeyim.

Kurulan devletin yönetim şeklinin Cumhuriyet oluşu ve başlangıç döneminde padişahlığın ve hilafet makamının ortadan kaldırılması uzun yıllardır süren bir yönetim şeklinin ortadan kalkması anlamına geliyordu. Bu nedenle birlikte kurtuluş mücadelesi veren birçok arkadaşın yolları ayrıldı. Muasır medeniyetlerin ayak izlerini takip eden Genç Türkiye başlangıçta ayaklanmalarla karşılaşmasına rağmen bunları bastırdı. Bu ayaklanmaların sonuçlarından biri Misak-i Milli sınırı içerisinde olan Musul ve Kerkük kaybedilmesi oldu.

Türkiye Cumhuriyeti üniter bir yapıya sahip olmakla birlikte devlet politikası olarak benimsenen milliyetçilik asla ırkî bir zemine oturmamıştır. Bu milliyetçilikte, millet olmada aranan dil ve kültür birliği olmak üzere iki unsur mevcuttur. İşte karşımıza da dil ve kültür birliğinden ibaret bir milliyetçilik anlayışı çıkar. Sanayi devrimini yakalayamayan bir toplum ve bunun sonucu şehirlerinde neredeyse halkın %10’ unun yaşadığı eğitimsiz ve yoksul bir halkın varlığından söz edilebilecektir.

Aslında milliyetçilik daha çok şehirde yaşayan insanların varlığı kabul ettiği bir anlayış olarak karşımıza çıkarmaktadır. Fabrikaların varlığı, üretim merkezlerinin gelişmesi üzere şehre göç eden halk, zaman içerisinde farklı kuralların varlığını kabul ederek birlikte yaşamanın sorumluluklarını almakta, ortak eğitim sayesinde insanlar belirli bir düşünce yapısını oluşturmaktadır. Bu sebepledir ki milliyetçiler tarafından kurulan Cumhuriyet’in geç şehirleşmesi nedeniyle milliyetçilik yeterli gelişmeyi gösterememiştir.

Cumhuriyetin kuruluşu sırasında merkez siyaset olarak milliyetçiliğin benimsendiği ve toplumun büyük kısmı tarafından kabul edildiği yapılan inkılaplar ile de yeni bir millet anlayışının ortaya çıktığı gözlemlenmektir. Türk milliyetçiliği fikri memleketi kurtarmakla kalmamış onun gelişmesini de sağlamıştır.  

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ ün vefatı ile birlikte milliyetçilik asli unsur olma özelliğini kaybetmiş/kaybettirilmiştir. Atatürk’ün vefatından kısa bir süre sonra Türk milliyetçiliğinin yargılandığı davalarla karşılaşmaktayız. Devlet politikasının büyük bir eksen değişikliğine uğradığı bu yıllarda dini politikaların ön planda uygulanmaya başlandığı söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle çok partili hayata geçişle birlikte iktidar makamını temsil eden partinin, diğer partiler ve basın üzerinde yaptığı baskılar ihtilal ile neticelendi. Askeri yönetimce yapılan yargılanmalar maalesef Türkiye Cumhuriyeti Başbakanın ve iki bakanın asılmasıyla sonuçlandı.

1961 Anayasası birçok uzman tarafından özgürlükçü bir anayasa olarak tanımlanabilir. Askerin yönetimden ayrılmasıyla yeni kurulan siyasi partilerle seçimler yapılmıştır. Bu seçimlerle birlikte birçok partinin liberal politikalar izlediği ekonomik anlamda projeler ürettiği gözlenmektedir. 1971 ihtilal girişimi, devrimlerin yeterince uygulanmadığı iddiasıyla başını Harp Akademisi’nin çektiği bir grup asker tarafından düzenlenmiş. İsmet İnönü’nün girişimleri ile ihtilale dönüşmeden son bulmuştur. 1980 de yapılan darbe ile birlikte demokrasi askıya alındığı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda büyük değişiklik yapıldığı sağcıların ve solcuların büyük zulümlere uğrağı her iki taraftan insanların idam edildiği bir sürece evrildi. Bu aşamada gözlemiyoruz ki Siyasal-İslam’ın hızla önünü açıldı. Siyasal-İslam bu süreci tabir-i caizse burnu kanamadan atlattı. Darbeyi yapanlar Kuran-ı Kerim’i miting meydanlarında ellerinden düşürmediler. Anayasa’nın kabulü sonrası darbecilerin açıktan destek verdiği parti umduğunu bulamadı. Seçimleri Anavatan Partisi kazanmış, dini öğeler daha fazla kullanılmaya başlamıştı. Devamında ortaya çıkan bölücü terör sorunu ülkeyi üniter devlet yapısını tartışmaya açan federasyon fikirlerinin tartışıldığı yıllardır devam eden kardeşlik duygusuna büyük zararlar veren süreç olarak karşımıza çıktı. Bölücü terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan yakalanarak Türkiye’ ye getirilmiş ve terör saldırıları son bulmuştu.

AK Parti hükümetiyle başlayan açılım süreci başladı bu süreçte yine birçok şehidimiz oldu. Tekrardan yeni bir açılımla ile karşı karşıyayız. Terör örgütü elebaşının Meclis’te konuşmasının dahi tartışma konusu olan bir ortamda üniter yapının korunup/korunamayacağını birlikte göreceğiz.

Atatürk’ün vefatından sonra Türk milliyetçiliği sistematik bir saldırı altında olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz.

Dünya üzerinde var olan devletlerin hiçbiri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşuna benzer bir hikayeye sahip değildir. Fransız devrimi sonrası ortaya çıkan milliyetçilik anlayışı Türkiye’de sonuç verdiği gibi başka bir ülkede sonuç vermemiştir. Emperyalizme karşı milletiyle destansı bir Kurtuluş Savaşı veren ve bu savaşın sonrasında saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı ve halifeliğin ilgasıyla birlikte bağımsız bir devlet meydana getirildi. Bu mücadelenin ana fikri Türk Milliyetçiliğine dayanıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti devletinde bugün Türk milliyetçiliği bazı çevrelerce faşizme dayalı bir milliyetçilik gibi gösteriliyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Türk milliyetçiliğine dayanarak konuşmanın, yazmanın ve siyaset yapmanın ceza kanunda tanımlı bir suç olması uzak bir gelecek değil.

Kuruluşta merkezde olan milliyetçilik merkezden neden kovuldu?

Yukarıda da değindim. Bu sorunun, son yıllarda karşılaştığımız bir sorun değil, uzun yıllara sari; temellerinin Atatürk sonrası atıldığı ve uygulamaya konulduğu bir politika olduğu anlaşılıyor. Beklenenden de daha büyük başarıya ulaşıldığı söylenebilir.

Yıllarca birlikte yaşama iradesi gösteren insanların farklılıklardan bahsetmesi, 1980 darbesi sonrasında yaşananların etkisiyle bugün siyasal İslam’ın merkezin amiral gemi olduğunu; milliyetçilerin derin uykusundan uyanmadığını, devlet yönetiminde ve özel sektörde ya da yazılı ve görsel basında yer almadığını/alamadığını özellikle 1980 sonrası doğan milliyetçilerin siyasette ve kamuda üst düzey yönetici olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Tarih yazıcıların 1980 sonrası doğan milliyetçilerin yaşadığı bu dönemi ‘milliyetçilik için kayıp yıllar’ olarak adlandıracağını düşünüyorum. Hiçbir konuda inisiyatif alamayan, şahsi çıkarlarını ön plana alan, sözünün ağırlığı olmayan, siyasi aksiyon almaktan korkan, değiştirmeye yeltenmeyen ve var olan güçlerini de bir nebze aklı çalışan, fikir üreten, öne çıkma ihtimali olan gençleri engellemeyi milliyetçilik sanan bir yapı içinde savrulup duruyoruz.

Oysaki milliyetçilik fikrinin Türkiye’de gelişimini takip ettiğimizde başlarda köylülerin, memurların ve tabiri caizse hor görülen insanların siyasi mensubiyetinden ibaretken; bugün üniversite mezunu çocuklarından, yurtdışını gözlemleyen, dünyada yaşananlar hakkında görece bilgi sahibi olan hatta yurtdışında bulunan üniversitelerde hocalık yapan, şehir yaşantısına uyum sağlamış insanlardan söz edebiliyoruz. Buna rağmen bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kişi milliyetçilik konusunda kalem oynatıyor ve maalesef bu arkadaşlarımız da beklediği ilgiyi göremiyor.

Peki bu insanlar siyasetle niye ilgilenmiyor diye düşündük mü? Bendeki yanıtı hayır. Nedenlerden biri kendini birçok konuda yetiştirmiş bu kadro yaşlanmış siyasetçilerin söylem ve eylemlerine karşı ilgi duymuyorlar ve kendilerini temsil edilmiş hissetmiyorlar. Yine sözde milliyetçi siyasetçilerin son zamanlarda tutum ve davranışları insanları ‘Bu insanlar milliyetçi ise biz değiliz.’ noktasına getirmiş durumda, sadece güvenlikçi politikalar üzerine konuşabilen milliyetçiliği reddediyorum.

Milliyetçiler, başta eğitim olmaz üzere, ekonomi, sağlık, hukuk, dış politika ve sair konularda vatandaşların sorunlarına çözüm bulacak öneriler getirmek mecburiyetindedir. Türk siyasetinde milletvekili seçimlerinde sağ ve sol olarak %60’a %40’a; Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de %52’ye %48’e mahkum kalan milletin, milliyetçilik dışında herhangi bir çözümü kalmadığını düşünüyorum. Aksi durum uzun bir süreye gerek duyulmaksızın Siyasal İslam’ın memleketinin yönetimini bir daha bırakmaksızın ele geçireceği anlamına gelecektir.

                Dertleşmeye devam edeceğiz…